23 Mayıs 2011 Pazartesi

Musgum Evleri "cases obos"


Mimaride “el yapımı” ve “toprak” dendiğinde ilk akla gelmesi gereken yerlerden biri de Afrika. Afrika, el yapımı ve karakteristik özelliklere sahip yapılar bakımından oldukça zengin. Bunlardan biri de Kamerun’un kuzeyinde yaşayan bir etnik topluluk olan “Musgum”ların evleri.
Musgum evleri “cases obos” olarak anılıyor, bunun nedeni ise basitlikleri ve deniz kabuğuna benzer formları.
Ucu sivri berer kubbeye de benzetilebilecek bu evler tamamen el yapımı. Musgumların geleneksel mimarisini oluşturan bu evlerde ana malzeme toprak. Güneşte kurutulmuş sıkıştırılmış toprak kütleleriyle inşa ediliyorlar. bu bakımdan da bir tür cob ev olarak tanımlanabilirler. 

zincir eğrisi

“En az malzemeyle en fazla dayanıklılık” ilkesine dayanan “katener eğrisi” (ya da zincir eğrisi) denen ideal bir matematik formuna çok benzer bir yapısı var bu evlerin. Bu sayede oldukça dayanıklılar. Formlarının yanısıra, aşağıda daha kalınken yukarıya doğru incelen duvarlar ve aşınmaya karşı doğal bir drenaja sahip olmaları da dayanıklılıklarını artıran etkenlerden.
Kubbelerin yüksekliği 9 metreyi bulabiliyor ve bu, özellikler sıcak günler için içeride rahat hava dolaşımına neden olduğu için doğal bir klima etkisi yaratıyor. Hava dolaşımını ise kubbenin en tepesinde bulunan pencere benzeri açıklık sağlıyor. Gün ışığı da sağlayan bu pencerenin asıl işlevi, içerideki hava dolaşımını sağlamak.
Dış cephedeki kabartmalar ise yalnızca dekorasyon amaçlı yapılmıyor: Evlerin duvarları üzerinden, yağmur sularının rahatça akıp gitmesini sağlıyor. Bunun yanında çok pratik bir işlevi de ver; tepeye tırmanmak için birer basamak görevi de görüyorlar. 


Musgumların geleneksel mimarisini oluşturan bu evler, artık tüm topluluk tarafından kullanılmıyor olsa da, hala geleneklerini sürdürerek bu evleri inşa eden küçük bir Musgum topluluğu bulunuyor.

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Pencere Diktatörlüğü-Pencere Hakları*


"Bazı  insanlar evlerin duvarlardan oluştuğunu söyler. Ben, evler pencerelerden oluşur diyorum. Bir sokakta hepsi birbirinden farklı pencerelere -yani farklı pencere ırklarına- sahip farklı evler yan yana sıralandığında; örneğin Art Nouveau pencereli bir Art Nouveau evin yanında çıplak kare pencereli modern bir ev, onun da yanında Barop pencereli bir Barok ev, kimse aldırmaz. 
Ama bu üç evin üç pencere tipi tek bir eve ait olsa, pencerelerin ırk ayrımına tecavüz gibi görünür. Neden? Her bağımsız pencerenin kendi yaşam hakkı vardır. 


Egemen yasalara göre, eğer pencere ırkları karışırsa, pencere ırk ayrımı ihlal edilmiş olur. İnsanın üzerindeki pencere ırk ayrımcılığının meşum etkisiyle birlikte ırkçı önyargı, ırk ayrımı, ırkçı politika, ırkçı ideoloji, ırkçı barikatlar.. Hepsi buradadır. Ama pencere ırkçılığı durdurulmalıdır. Bir ızgara sistemi içinde, yan yana ve üst üste dizilmiş benzer pencerelerin yinelenmesi, toplama kaplarının karakteristiğidir. Uydu kentlerin yeni mimarisinde ve yeni yönetim yapılarında, bankalarda, hastanelerde, okullarda pencerelerin dümdüz sıralanması dayanılmaz bir şeydir. 


Bireyler hiçbir zaman birbirinin aynı değildir. Kendilerini, bu standartlaştırıcı  ilkelere karşı, bünyelerine bağlı olarak etkin ya da edilgen biçimde korurlar. Ya alkol ve uyuşturucu bağımlılığı ile, ya şehirden kaçarak, temizlik hastalığıyla, televizyon bağımlılığıyla, nedensiz fiziksel şikayetlerle, alerjiler, depresyonlar hatta ihtiyarlık.. Ya da saldırganlık, vandalizm ve suçlar..


Kiralık apartman dairesindeki bir insan pencereden sarkıp kolunun erişebileceği uzaklıktaki duvarı kazıyabilmeli, uzun bir fırça alıp dışarıda kolunun uzanabildiği her yeri boyayabilmelidir. Böylece sokaktan bakan herhangi biri için de orada hapsedilmiş, köleleştirilmiş, sıradanlaştırılmış kapı komşusundan farklı birinin yaşadığı görülmelidir." 
(F. Hundertwasser, Ocak 1990)

* Window Dictatorship and Window Rights, F. Hundertwasser, 1990

3 Mayıs 2011 Salı

yapı doktorluğu


Avusturyalı Mimar Friedensreich Hundertwasser, daha sonra da bu blogda adı sıkça geçecek isimlerden biri. Hundertwasser, hayatının ilk yıllarından itibaren resim çizmeye başlamış bir ressam ve uzun yıllarını yalnızca resim yaparak geçirdi. Fakat mimari her zaman asıl ilgi alanıydı ve mimar olmak için herhangi bir eğitimden geçmek gerekmediğini savunan biri olarak, yaşamının hiç bir döneminde de mimarlık eğitimi almadı. Bir röportajda mimarlığın kendisi için önemini “benim için amaç her zaman mimarlık olmuştur. Mimarlık yapmama izin verilmediği zamanlar resim yaptım. Böylece küçük ölçekli hayaller kurdum çünkü büyük ölçekli hayaller kurmama izin verilmiyordu” diyerek ifade ediyordu. Hundertwasser’in yaşamının hayali inşa etmekti ve bu hayal, ressamlık hayali kadar eskiydi.
Hundertwasser 50’li yıllardan beri üzerine ekoloji konusunun üzerinde duruyor ve hızla gelişen dünyada doğadan gitgide uzaklaşmanın insan yaşamına önemli zararlar verdiğini savunuyordu. Tam da bu nedenle ekolojik mimariyle yakından ilgileniyor ve modern dünyanın düz çizgili yapılarına şiddetle karşı çıkıyordu. Bu konuda pek çok yazısını, röportajını, manifestosunu zaman zaman bu blogda paylaşmaya niyetliyim. Ama bu yazının konusu, Hundertwasser icadı olan bir meslek tanımı: yapı doktorluğu.
Hundertwasser az once de söz ettiğim gibi, günümüz yapılarını fazlasıyla düz, pürüzsüz ve steril buluyor ve bu yapıların insan ruhunu zedeleyeceğini savunuyordu. Ona göre bu yapıların insan sağlığını, psikolojisini olumsuz etkilemesinin nedeni, yapıların kendisinin ‘hasta’ olmasıydı. “Evlerimiz, onları şehir planlamacıları dayattıkça ve mimarlar planladıkça hasta olacaklar” diyordu ve ona göre modern, rasyonalist, fonksiyonalist, Bauhaus kökenli tüm yapılar, ‘hasta’ olarak nitelendirilebilirdi. Dolayısıyla yapıların ‘hastalığı’; içinde yaşayanları ve hatta yoldan geçen binlerce insanı hasta edecek kadar etkiliydi. Bu hastalık insanların hastaneye gitmesiyle dahi çözülebilecek bir sorun değildi; çünkü hastaneler kendileri de ‘hastaydılar’. Bu ‘hastalığın tedavisi’ ancak yeni bir uzmanlık olabilirdi; yapı doktorluğu. Hundertwasser’in ortaya attığı bu yeni kavram, mimarlıktan farklı bir içeriğe sahipti; onlar inşa etmeyecek, yalnızca inşa edilmiş ‘hasta’ ve ‘tedavi’ gerektiren yapıları iyileştirmekten sorumlu olacaktı: “Yapı doktorunun tek görevi insan saygınlığını, doğayla uyumlu insan yaratıcılığını yeniden kurmaktır” diyordu..
Ona göre bir mimar, yıkıcı değil iyileştirici olmalıydı ve doktorların Hipokrat yemini gibi, mimarların da bir yemini olmalıydı. Yapılarının insanlık ya da doğa için zararlı olmayacağına söz vermeliydiler. Fakat böyle bir yemin olmadığı gibi, mimarların aktiviteleri genellikle tam bir felaketti Hundertwasser’e göre. Bu yüzden yapı doktorları, -en azından mimarlar insanlık için zararlı yapılar inşa ettiği sürece- diğer mimarlar tarafından yapılan yanlışları düzeltmeliydi.
Adolf Loos-Villa Müller
Ona göre üzerinde söz söylemeye ya da değişiklik yapmaya hakkımızın olmadığı, toplama kampı gibi birbirine bitişik hücrelerden oluşan yapılar –özellikle de savaştan sonra Bauhaus zihniyetiyle yapılmış olanlar- hasta olarak değerlendirilmeliydi ve bizi de hasta ettikleri, çirkinliğiyle insanları öldürdüğü için, en zararlı çevresel zehir olarak ‘tedavi’ edilmeliydi. Hundertwasser, bugün inşa edilen sayısız hastanenin, insan ruhuna zarar veren bu binaların sonuçlarını olduğunu savunuyordu. Los von Loos manifestosunda: “Düz çizgi şeytanın gerçek aracıdır, her kim onu kullanırsa insanlığın düşüşüne yardım eder. ... New York’da her apartman bloğunda 10-20 psikiyatrist var. ... kliniklerde akıl hastaları iyileşemiyor çünkü onlar Loos sitilinde inşa edilmiş”  diyen sanatçı, hastalığın kökeninde düz çizginin büyük önemi olduğunun altını bir kez daha çiziyordu.  
Bu konuda Hundertwasser'e hak vermemek elde değil, pek çok hastalığın günümüz yaşam kooşullarından kaynaklandığı da biliniyor artık. Bunun önüne geçmek içinse pek bir şey yaptığımız söylenemez. Fakat yapılabilecek şeyler için biraz da hayal gücünü çalıştırmak gerek. Örnekse, aşağıdaki iki resim. Biri Graz Üniversitesi'ne bağlı onkoloji bölümünün koridorundan bir fotoğraf. Diğeri ise İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü'nün koridorundan.. Farkı görebilmek ve etkilerini tahmin edebilmek hiç zor değil..
İstanbul Üniversitesi
Onkoloji Enstitüsü
Graz Üniversitesi
Onkoloji Bölümü

Hundertwasser'in de dediği gibi sorunun temel kaynağı çirkinlik. Hundertwasser, çirkinliği bir karaktersizlik, tek tiplilik, monotonluk, ızgara sisteme düşüncesizce bağlılık olarak tanımlıyordu. Kısacası her şey, fonksiyonel ve rasyonel düşüncenin, gelişen yapı metotlarının bir kombinasyonunun sonucuydu.
Hundertwasser’e göre, yapıların iyileştirilmesi, daha az hastaneye ihtiyaç duyulmasını sağlayacaktı. Dolayısıyla, insan sağlığı için yapı doktorluğu kanunlaştırılmalıydı. Sanatçının yapıların insanlar üzerindeki olumsuz psikolojik etkilerini gidermek için bir reçetesi de mevcuttu ve bu reçete: Çimen çatılar yapmak; çatılara ağaçlar, duvar diplerine sarmaşıklar, pencerelere ağaç kiracılar dikmek (Hundertwasser, cam kenarlarına diktiği ağaçları ‘ağaç kiracılar’ olarak adlandırıyordu), evde yaşayanlar için pencere hakları (Bu da Hundertwasser’in terimlerinden biri ve insanların yaşadığı evlerin pencerelerinden kollarının yettiği kadar uzağa uzanıp istedikleri renk ve biçimde evlerinin dış cephesini boyayabilme özgürlüğünü ifade ediyor.), düz çizgilerden uzak durmak, düz olmayan zeminler yapmak, pencereleri hizasız yerleştirmek –onların dansına izin vermek-, cumbalar ve kuleler yapmak, renkleri kullanmak gibi yollardan geçiyordu. Sanatçı yapı doktorlarının yanısıra insanlara da sesleniyor ve kendi çözümlerini kendileri yaratabileceklerini şu sözlerle ifade ediyordu: “Eğer farklı tasarımlarla pencerelerin dans etmesine izin verirseniz ve eğer her evde cephelerin ve iç kısımların mümkün olduğunca düzensiz gibi görünmelerine ya da öyle olmalarına izin verirseniz, evleriniz iyileşecek. Evler yaşamaya başlayacak. Böylece hasta ve çirkin olan her ev iyileştirilebilecek.”
HunderwasserHaus-Viyana
Hastalık  “çirkinlik” olarak teşhis edilirse, tek terapi “güzellik”  reçetesi yazmaktı. Hundertwasser güzelliği, sadece mimaride değil her alanda; farlılık, çeşitlilik, düzensizlik, organik elementler ve basit metaforlar kullanmak olarak tanımlıyordu. O -belki de büyük bir iyi niyetle- bu terapinin her zaman etkili olacağına inanıyordu; hasta her ev iyileştirilebilirdi. Bir röportajında “her yapı iyileştirilebilir mi” sorusuna: “görsel olarak hiçbir istisna yok. Sadece statik kuralları, malzeme, taşıma kapasitesi, ön cephe-çevre koşulları, finansal fizibilite vb önemli. Genellikle yayaların görebileceği yüzeyler, görüş mesafesindeki –pencereler gibi- stratejik noktaların yeniden düzenlenmesi gerekir. ... Seramik taşlarla, ağaçla, betonla harikalar yaratabilirsin” diyerek cevap vermişti. Devamında sorulan bir soruyla ilgili olarak yapı iyileştirmenin maliyetinden söz ediyordu; bir yapının iyileştirilmesinin yapı maliyetinin %5’i ile % 30’u arasında değiştiğini belirten sanatçı, geleneksel tek katlı evlerin daha ucuza mal olacağını, daha maliyetli bir yapıda ise daha çok masraf gerektiğini ifade ediyordu. Bununla birlikte maliyet tartışmalarını anlamsız bulan Hundertwasser, kısa vadede ucuz gibi duran prefabrikasyon, tek tip yapıların uzun vadede daha pahalıya patladığını, oysa doğayla uyumlu yaratıcı bir yapının uzun vadede daha ucuz olduğunu belirtiyordu. İnsanları hasta eden ve onlara “yollarını kaybettiren” sözde “etkili” yapıların aslında hiç de etkili olmadığını ifade eden Hundertwasser, bu yapıların yalnızca “etkiliymiş gibi göründüğünü” savunuyordu: “etkili olan, oldukça anarşist görünen ve düzensiz bir ormandır.”
Waldspirale (Darmstadt)-Hundertwasser
Hundertwasser güzelleştirme tedavisine cephelerden başlıyordu. Ona göre, bu işleme dışarıdan içeriye doğru başlamak gerekirdi, çünkü diğer yol uzun zamandır kapalıydı. Bu konuyla ilgili şöyle söylüyordu: “ ‘canınız sıkkınken bile başınızı dik tutabilirsiniz’ diye bir atasözü vardır. Ağlayacak bir haldeyken bile gülebilirsiniz. Ve bunu yaptığınızda durumunuzu değiştirmiş olursunuz. Bunu yaparken kaderinizi dışarıdan başlayarak yönlendirirsiniz. Bunun anlamı güzelleştirilmiş bir cephenin içeriye de etkisi olduğudur. Rasyonalist bir içeriden dışarıya doğru çalışma yöntemi işe yaramaz. Bunun kanıtı Art Nouveau’dan beri modern mimarinin fiyaskosudur.” 
Bununla birlikte sanatçı, yalnızca bir cephe güzelleştirmesi yapmadığını  özellikle vurguluyordu. Selb’de bulunan Rosenthal Fabrikası’ndan, bir yapı doktoru olarak cephelerini tedavi etmesini istediklerinde “ben bir cephe tasarımcısı değilim, sebebini tam olarak açıklıyorum; ben daha fazlasıyla ilgileniyorum, yapıları insancıllaştırmakla ilgileniyorum, bunu cepheyi boyayarak başaramazsınız. Cepheyi boyamakla tatmin olamam”  diye cevap vermişti. 
Sanatçı, sağlıksız mimari konusunda kısmen günümüz toplumunu da sorumlu tutuyordu. Ona göre, modern insan, yapıları yenilemek yerine yenisini inşa etme üzerine kurulu “kaldır at” mantığını sürdürdükçe bundan sorumlu olmaya devam edecekti: eski olan hiçbir şeye saygı duyulmuyordu. Toplumdaki sürekli olarak yenisini isteme eğilimini sağlıksız bulan Hundertwasser, bunun yerine eskiyen yapıda yeni bir düzenlemenin yeterli olacağını savunuyordu. Bununla birlikte yeniden düzenleme kavramında kastettiği şey, genel olarak uygulanandan çok farklıydı. Günümüzde bir yapıda yeniden düzenleme sırasında yapının yüzeyindeki tüm düzensizliklerin giderilmesi, lekelerin çıkarılması ve yeni malzemelerle yapıya daha yeni bir görünüm verilmesi söz konusuyken Hundertwasser’in yapmaya çalıştığı şey bunun tam tersiydi. O, bir yapıda bulunan düzensizliklerin, pürüzlerin, lekelerin, aşınmaların o yapının organik gelişiminin bir parçası olduğunu ve böylece yapının yaşayan bir maddeye dönüştüğünü savunuyordu. Sağlıklı bir mimari için bunun önüne geçilmemeliydi. Dolayısıyla gerek yeni inşa ettiği yapılarda, gerekse ‘yapı doktoru’ olarak gerçekleştirdiği çalışmalarında, bu etkileri koruyor, hatta kendisi oluşturuyordu. Örneğin, Hundertwasser Haus’da da olduğu gibi, banyolarda karoları sanki biri tarafından yere düşürülmüşler gibi çekiçle kırıyordu, böylece yapıya bir yaşanmışlık kattığını düşünüyordu. Cepheye pürüzler katıyor, eski malzemeler kullanarak günümüz yapılarına eski binaların ışıltısını ve görünümünü veriyor, onları bir daha asla olmayacak geçmiş izleriyle damgalıyor ve düşlerle donatıyordu.
Eminim ki Hundertwasser'in de yapmaya çalıştığı gibi, bir evi kendine has yapacak özelliklerle daha yaşayan bir yer haline getirmek içinde yaşayanlar ya da orayı kullananlar için yenileyici ve çok daha sağlıklı olur. Ama ne yazık ki bunu düşünerek projeler üretecek mimarlarımız, evlerimizi "iyileştirmelerini" isteyecek yapı doktorlarımız, pencerelerimizden sarkıp duvarlarımızı istediğimiz gibi boyamamıza izin veren yönetmeliklerimiz-kanunlarımız ya da ev sahiplerimiz yok. Yine de özellikle İstanbul gibi bir şehirde yaşayınca insan, şehre bir yapı doktorları ordusu salmak istiyor. Eline koca koca fırçalar, kova kova boyalar alıp, binaları, çanak anten tarlalarını rengarenk boyamak isteyen bir tek ben değilimdir büyük ihtimalle. Peki bu binaları masabaşında tasarlayanlar, binaların cephelerinin nasıl düzenlenmesi gerektiğine masabaşında karar veren adamlar, o binalar inşa edildiğinde, önünden geçerken huzursuzluk duymuyor olabilir mi?


ve İstanbul..