28 Aralık 2014 Pazar

tanıştırayım: gülen ev!


Oregon’da yemyeşil ormanlık bir alanda “gülen bir ev” var, hatta “kahkaha atan ev”. Sahipleri ve aynı zamanda tasarımcıları, ona bu adı vermiş. Yapının mimarı, mühendisi, işçisi ve sahibi Ianto Evans ve partneri Linda. Yani onlar "gülen ev"in herşeyi.. Ianto senelerdir cob ev konusunda uzmanlaşmış biri: Kuzey amerika Doğal Mimarlık Okulu’nun yöneticisi ve Cob Cottage Company’de bu konuda dersler veriyor.
İş böyle olunca elbette kendi evi de takdire şayan güzellikte. Her yanında kendi el emekleri var ve çok kişisel, çok yaşayan ve bir o kadar doğayla barışık bir yaşam alanı olmuş.
Ianto Evans, Liverpool doğumlu bir mimar, Linda ise bir terapist. İlk cob ev deneyimlerini, ahşap bir kulübeye yaptıkları bir ekle yaşamışlar. Evans, hem ihtiyaç hem de meraktan kaynaklanan bu ilk girişimleriyle ilgili; “çok fazla ilgi çekti. Bu kadarını beklemiyorduk, bunu yapmıştık çünkü yaşayacak yere ihtiyacımız vardı” diyor. İlk deneyimlerinin dört yıl sonrasında hem doğru bir şey yaptıklarının idrakı (teknik olarak yapının kullanışlı ve sağlam oluşu) hem de yaşadıkları keyifi paylaşma isteği ile doğal mimari bilgilerini paylaşmaya başlamışlar.
Daha önce blogda da değindiğim gibi, temel olarak kil ve saman karışımından yapılan cob evler, o evi yapanlara pek çok imkan tanıyor. Tamamen elle şekillendirilebilir oluşu, yaratıcılığınızı dilediğiniz gibi kendi yaşam alanlarınıza yansıtabilmenizi sağlıyor. "Gülen Ev"de de gerek içeride (banyo, mutfak, yaşam alanları, raflar gibi detaylarda) gerekse dışarıda (pencere pervazları gibi) bunun yansıması açıkça görülüyor.



Aslında hem "gülen ev" hem de genel anlamda cob evler bir tür heykelmiş gibi. Tamamen kişisel ve tekrarlanamayacak bu yaşam alanları; sizin içinde yaşıyor olmanız dışında, kendi içerisinde de “yaşıyor” aslında. Malzemelerinin tamamen doğal olması, onun da soluk alıp veren, kendi hayatını sürdüren bir varlık olmasını sağlayabiliyor. Bu da kuşkusuz, insan yaşamı için en faydalı şeylerden biri. Nasıl mümkün olduğunca doğal, moda tabiriyle “organik” beslenmemiz gerekiyorsa, bir o kadar doğayla barışık alanlarda yaşayabiliyor olmamız gerek aslında. Kimyasal boyalarla boyanmış, hazır beton dökülerek inşa edilmiş bir evle aynı etkide olmayacağı aşikar. Lafı fazlaca uzattım, velhasıl Ianto’nun evi de yaşayan bir heykel gibi düşünülebilir. 
Nasıl bizim için önemli ve karakteri olan her şeye isim veriyorsak, onlar da evlerini öyle görüyor olmalılar ki “gülen ev” (laughing cottage) diye çok neşeli, sıcacık bir isim koymuşlar yuvalarına. Gülen ev, yapıldığı günden bu yana, içinde yaşayanlarla birlikte sapasağlam kalıp, gülmeye devam etmiş ve Ianto ile Linda’ya çok güzel bir yaşam armağan etmiş.
Ianto ve Linda’nın krediyle “kira öder gibi ev sahibi olmanın” anlamsızlığının altını çizen ve cob ev macerasını anlatan videosunu izlemenizi kesinlikle öneririm. İşte burada, şimdiden iyi seyirler..



*fotoğraflar www.naturalhomes.org'dan alıntıdır.

20 Aralık 2014 Cumartesi

bir enstüman olarak mimari: içine girilebilen bir müzik kutusu


Müzikal mimari pek tanıdık bir ifade değil fakat arada blogda da değindiğim bazı yapılarda görüldüğü üzere, müziğin mimariye dahil edildiği çalışmalar biliyoruz. Fakat bu kez değineceğimiz, müziğin bir yapıya dahil edilmesi değil, doğrudan "müzikal mimari". Çünkü bu projede yapı, müzikle birlikte var oluyor, dahası kendisi bir enstrüman oluyor.. Yani bir enstrüman olarak mimari!
Müzikal mimari fikri ilk kez 2010’dda Delaney Martin, Taylor Lee Shepherd ve Swoon isimli sanatçılar arasından çıkmış ve "The Music Box/Müzik Kutusu" olarak adlandırdıkları projeyi gerçekleştirmek için kolları sıvamışlar. 18. Yy’dan kalma orijinal bir kulübenin malzemelerini de işin içine katarak New Orleans’da, enstrüman gibi çalınabilecek, müzikal bir yapı inşa etmeye karar vermişler. Müzik kutusunda, kulübenin malzemelerinin yanısıra,pek çok malzeme geri dönüştürülmüş malzeme değerlendirilmiş ve müzik kutusunun bir parçasını oluşturmuş.

Swoon bu hayali kurup, nasıl görüneceğini tasarlayan, Shepherd sistemin nasıl müzikal anlamda çalışacağına kafa yoran ve Martin de tüm bunları nasıl hayata geçirebileceklerini düşünen taraf..
The Music Box, 70’den fazla sanatçının katılımıyla, tavanların, duvarların, zeminin kullanılarak yapıldığı konserlerden15 bin ziyaretçiye evsahipliği yapmış. New Orleans’daki ilk Müzik Kutusu’nun ardından biri de Kiev’de olmak üzere başka başka yerlerde de benzeri çalışmalar gerçekleştirilmiş. New Orleans’daki ilk projenin yanısıra diğer örnekler için proje yürütücülerinin resmi web sitesi'nden daha ayrıntılı bilgiler edinmek mümkün.
Eğer müzik kutusunda neler yaşanabileceğine dair bilgi edinmek isterseniz şu videoya bir göz atmanızı öneririm..

Bu projeye bakınca aklıma şahane şeyler geldi. Örneğin Gezi sürecinden sonra başlayıp lokal faaliyetler yürütmekte olan işgal evlerine belki gün gelir böyle müzik atölyeleri ve benzeri fikirler üretilip dahil edilir. Bana kalırsa çok da güzel olur. Çünkü şimdilerde gerek sivil toplum kuruluşlarının gerekse işgal evleri gibi bağımsız yerel örgütlenmelerin içerisinde pek çok atölyeler düzenleniyor. Atölye katılımcılarının hayal güçlerini kullanarak yapacakları böyle ufak “yaratıcılık noktaları” pek çok güzel zamana, fikre ve faaliyete güzel bir başlangıç noktası olabilirdi. Belki bir kent bostanının köşesine, belki yıkılmış bir gecekonduda mahalle arasına.. Sizce de şahane olmaz mıydı?
*Fotoğraflar www.neworleansairlift.org sitesinden alıntıdır.

14 Aralık 2014 Pazar

çizgi roman dünyasına aralanan bir kapı: brüksel çizgi roman rotası



Çizgi roman sever misiniz? Sanırım bu satırları okuyup da bu soruya olumsuz cevap verecek pek fazla insan yoktur (birilerinin bu satırları okuduğunu varsayıyorum :) internet işte!). Yaşımızdan ve okuma alışkanlıklarımızdan bağımsız, elimize bir çizgi roman geçtiğinde iki sayfa bakınayım deyip de sonra sonuna varmadan bırakamayız en uzak olanımız bile. Ama bir de çizgi roman müptelası olanlarımız var ki özellikle onlar için Brüksel’de takip edilecek şahane bir rota var.
Belçika çizgi roman kültürü zengin bir ülke. Ve bunun çok güzel bir ifadesini sokaklarına yansıtmışlar.

1991’de yerel yönetimlerin ve Belçika Çizgi Roman Merkezi'yle (Belgian Comic Strip Center) iş birliği neticesinde Brüksel sokaklarında başlayan proje, aralarında Tenten, Red Kit, Asteriks, Marsupilami gibi pek çoğumuzun bildiği çizgi romandan karelerin de bulunduğu bir dizi duvar resminden oluşan bir rotayla, bizlere çizgi roman dünyasına açılan bir kapı sunuyor. Laeken ve Auderghem civarlarında yapılmış olan bu duvar resimlerini görmek için güzel bir şehir rotasını da takip etmiş oluyorsunuz aynı zamanda. Brussels’ Comic Book Route diye bilinen bu rotada 50’den fazla duvar resmi var ve çoğunluğu kentin ana merkezindeki sokaklarda bulunuyor. Rotayı takip etmek için bisiklet de en tercih edilen yollardan biriymiş. İki saatlik kiralanan bisikletlerle hem şehri keşfetmek hem de duvar resimlerinin hazırladığı sürprizleri görmek mümkün. İsteyenler bu keşfi rehberli turla da yapabiliyor, gördüğüm kadarıyla turla ilgili zaman öngörüleri 2-2,5 saat civarında.


Resimlerin hiçbiri çizgi romanların orijinal çizerleri tarafından yapılmamışsa da, orijinallerinden ayırt edilemeyecek kadar aslına uygun yapılmış. Çizgi roman severlerin keyifle geçireceği saatler (şahsen ben bir dolap kitap’tan dolap kapakları ve dolap çekmecesiyle görmek için can atardım!) olacağından hiç şüphem yok. Fakat turistik gezi bir yana, Brüksel’de o rotada bir yerlerde yaşıyor ya da çalışıyor olsaydım dahi benim için günümü şenlendirmede büyük etken olurlardı gibi geliyor. Kentler o kadar sıkıcı, o kadar boğucu ve o kadar çok tekrar ki ben sık sık bu birbirine benzeyen binalar arasında kayboluyorum. Metafor değil, bir ruh halinden söz etmiyorum, fiili olarak kayboluyorum! Çünkü zihnimiz farklılıklara ihtiyaç duyar, gözümüz ve ruhumuz renk arar. Bu yüzden bunca beton kutu tekrarı arasında duvar resimlerin ve graffitilerin soluk alabilmemiz için çok  önemli olduğunu düşünüyorum. Madem bunca beton tekrarına kaçmanın önüne geçemiyoruz, bari duvar resimleriyle daha fazla şenlensek ya?



* eğer rotanın hangi çizgi romanlardan kareler taşıdığına dair bir listeye ihtiyaç duyarsanız, şu sayfada bir liste bulabilirsiniz. yolunuzun düşmesi dileğiyle..

10 Aralık 2014 Çarşamba

buharlı bir masal mekanı: the neverwas haul


The Neverwas Haul, “Burning Man” adındaki bir festival için, Shannon O’Hare tarafından tasarlanmış üç katlı, buharlı bir trenden devşirme viktoryen bir ev! Öncelikle zannediyorum burning man (yanan adam) festivaline değinmek gerek. Bu festival Senede bir Nevada Çölü’nün ortasında Black Rock City’de düzenleniyor. 8 gün süreyle içeride para harcamadan (takas sistemi mümkün) kendi ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde yaşıyor ve geriye tek bir çöp bile bırakmıyorsun. Festival alanına gidiş bisikletlerle sağlanıyor. Maskeli, kostümlü katılımcılar, tamamı yaratıcılığa dayanan bu festivalde tasarımlar yapıyor, müzik dinliyor, dans ediyor, birbirleriyle eğleniyorlar. Tasarımlar, öncesinde belirlenen konseptlere göre yapılıyor. Ve son gün geleneksel olarak ahşap bir adam vücudu yakılıyor, ki bu da insan kalıplarının yakılması, özgürleşme gibi bir sembol aslında..

Shannon O'Hare
The Neverwas Haul ise 2006’daki Burning Man festivali için tasarlanmış ve % 75’i geri dönüştürülmüş malzemelerden oluşuyor. 24 feet uzunluğunda, 24 feet yüksekliğinde ve 12 feet eninde yapılmış. Baktığınız her noktasındaki farklı bir zamandan kopmuş da gelmiş havasıyla bence gerçekten büyüleyici. Lokomotif bir temel üzerine oturan bu viktoryen yapının içi de aslında minik bir müze gibi. İçeride belirli dönemlere ait bazı parçaları görebiliyorsunuz.
İşin şahane taraflarından biri de tasarımı yapan ekip. Aslında şaşırtıcı değil elbette, böyle eğlenceli bir işin ucundan tutanların da eğlenceli insanlar olması beklenir bir durum. Fakat çok rica ediyorum ekibi görmek için sitelerine girip “crew” başlığına bir tıklayın ve her ekip üyesini tek tek görün. İnsanın içinden bir mektup yazıp “beni de aranıza alın, çay yaparım!” demek gelmiyor mu? Bu ekip kendi ifadeleriyle “Hibernia imparatorluğunda yaşayan ‘hibernian’lardan oluşuyor (bu kelimenin hibernation’dan –kış uykusu- türemiş olma olasılığı?) ve her biri ‘doğaya aykırı bilimler akademisi’ üyesi.  Halbuki ben hayatımda hiç akademisyen olmak istememiştim bu ekibi duyana kadar!

Bu tuhaf alet –ekibiyle birlikte- zaman yolculuğu için şahane bir araç olmaz mıydı? Ola ki böyle bir buluşun eşiğindeyseniz haberiniz olsun, The Neverwas Haul’u kiralamak mümkün! J iyi çalışmalar!

4 Ekim 2014 Cumartesi

yaşam yolculuğu ve ilk durağımız karadeniz ereğli



geçtiğimiz postlarda yazmıştım; yapıgüncesi bundan sonra bazı şeyleri yerinde görme kararı aldı diye.. ve o postun ardından çok da zaman geçmeden yollara düşüldü. bana kalırsa bomba gibi de bir başlangıç oldu fakat üzerinden haftalar geçmesine rağmen ancak yazabiliyorum. insan çok güzel bir şey yaşadığında bazen anlatamaz ya, ona veriyorum bu gecikmeyi..
yolun başlangıcı, ekoloji mücadelesinin içinden, sevdiğim bir arkadaşımdan gelen çağrıyla oldu. karadeniz isyandadır platformu'nun düzenlediği 3. yaşam yolculuğu'na..
yolculuk karadeniz boyunca çevre mücadelesi veren noktalara mümkün olduğunca temas edip gelişmeleri yerinde görmek, mücadele edenlere selam edebilmek amacıyla uzun bir güzergahı kapsıyordu. karadeniz ereğli'den başlayıp hopa'ya kadar köy köy, heslere, termik santrallere, nükleer santrallere karşı mücadele noktalarını yerinde gördük, çok şahane insanlarla karşılaştık, çok büyük doğa katliamları gördük. zannediyorum hepsini buraya aktarmakta oldukça yetersiz kalacağım.
yine de tarihe not düşmeden olmaz. işte ilk durak:





#karadenizereğli
karadeniz ereğli, benim doğup büyüdüğüm topraklara yarım saat mesafede olmasına rağmen çok gidip gelemediğim, güzelliklerini ne yazık ki pek de fark edemediğim bir yerdi. farklı yerlerden toplanıp bir araya geldiğimiz, sonradan yoldaş olduğumuz bir otobüs dolusu insan olarak karadeniz ereğli'ye geldiğimizde, ekoloji mücadelesi içinden avukat yakup okumuşoğlu ve ereğli çevre platformundan arkadaşlar bizi karşıladı. ilk durak Hattat Holding'e ait Hema A.Ş.'nin termik santral yapmak üzere gözünü diktiği kireçlik koyu oldu. kireçlik koyu, kent merkezinden epey uzakta bayat ve ballıca köyleri arasında yer alıyor. ereğli çevre platformu biz gelmeden çoktan kamp alanımızı hazır etmiş. şöyle bir yer hayal edin; bir yanımız deniz, bir yanımız kamp alanı boyunca uzanıp denize kavuşan dere, üç yanımız orman. çadırları kuracağımız alan yabani nanelerle dolu, biz çadırları kurup üzerlerinde yürüdükçe mis gibi, misler gibi yabani nane kokuyor! klişe belki ve belki bu geziyi anlatırken çokça kullanacağım ama sahiden cennetten bir parça.. o kadar bozulmamış bir doğa ki; akşam biz ateş başında bilgi paylaşımı yapıp, sohbet ederken, şarkılar söyleyip horonlar teperken hemen yanımızda çakallar bize eşlik ediyor. neredeyse şarkı söylüyorlar diyeceğim. gece boyunca şovları devam ediyor üstelik!
gelelim hadisenin özüne.. Hattat holding batı karadeniz'in kabusu desek hiç de abartmış olmayız. kireçlik gibi daha pek çok doğa parçasına göz dikmiş durumda. Özellikle batı karadeniz'deki köylüler zaten kömür ocaklarında, karın tokluğuna, hayatları pahasına çalışmaktayken bir de başlarına termik santral gibi bir bela açmanın peşindeler.
peki neden böyle bir cennet parçasına göz dikmişler? ormanı katlettikleri gibi neden denizi de mahvetmek peşindeler? çünkü deniz suyunu soğutma suyu ve yol olarak kullanmak istiyorlar. biz bölgeye gitmeden birkaç gün önce denizin biyolojik yapısını analiz etmek üzere balık adamlar görevlendirilmiş. yani durum şu: tek kalemde ormanı katledecekler, derelerin kullanım hakkını elde edecekler, denizin biyolojik yapısını bozup doğanın tüm dengesini bozacaklar. forumda da soruldu; halk zaten razı değil ama razı olsalar dahi kim sordu denizdeki balığa, gece boyu bize eşlik eden çakallara, ayıya, kurda, kuşa böyle bir talandan önce?
yine forumda gerek madencilerin, gerek köylülerin gerek ereğli çevre platformundan arkadaşların anlattığına göre, köylüler üzerinde özellikle işsizlik konusuna vurgu yapan bir baskı var. halihazırda çoğunluğu madende çalışmakta olan köylüler, tehlikenin farkında olmakla birlikte tehditlerden kaynaklı, işsizlik-güvencesizlik korkusuyla elleri kolları bağlı hissediyor. tam da bu noktada çoruh havzasından, hopadan, loç vadisinden ve pek çok farklı direniş noktasından bilgi paylaşımları yapılıyor, mücadele biçimleri tartışılıyor.
geceyi forumun ardından kemençeli, bendirli türkülerle horon eşliğinde sürdürüyoruz. o kadar güzel bir doğa parçasındayız ki, telefonlarımız "çekmiyor", elektrik yok, hiçbir teknolojik alete yakın değiliz. tepemizde samanyolu, kulağımızda dalga sesiyle uyuyoruz. ve izin verilirse, sesimizi çıkarmazsak, seslerini çıkarmazlarsa bu cennet parçası yaşanmaz hale gelecek..
ertesi sabah bayat ve ballıca köylerini ziyaret edip köylülerle konuşuyoruz. özellikle kadınlar termik santral konusunda soru işareti taşımıyor, hepsi "izin vermeyiz" noktasında net. fakat henüz hema a.ş. pratikte bir çalışma başlatmış değil, işler şu anda kağıt üzerinde ilerliyor. bizim ereğli ziyaretimizin ardından 14 eylül'de, ereğli çevre platformu hema aş'nin çed raporunu verilen süre dahilinde bakanlığa sunmadığını ve çed sürecinin sonlandığını açıkladı. fakat biliyoruz ki sermaye bir yolunu buluyor. bazen izinleri beklemeden doğrudan harekete geçip, sonradan kitabına uydurduklarını da görmemiş değiliz bugüne kadar. yine de içimiz rahat, çünkü gün gelip iş makineleri bölgeye girdiğinde, köylü teyzeler "makinelerin önünde dururuz" kararında olduklarını ısrarla söylüyor. gürsel teyze bir yandan bize fındık ikram ederken diğer yandan; "bizi kandırmaya çalışıyorlar. güya hiçbir şey olmayacakmış, ağaçları kesmeyeceğiz, çocuklarınıza iş vereceğiz diyorlar. ama bize haberler geliyor başka termik santral yapılan yerlerden. pencerelerin açtıklarında içeriye kül yağıyormuş. insanlar hastalanıyorlarmış. biz köyümüzü çok seviyoruz, burası cennet gibi. burda doğduk büyüdük, burayı kirletirlerse biz nereye gideceğiz, çocuklarımız ne olacak?" diye soruyor. "keşke" diyorlar, "iki gün sonra düğünümüz vardı ona kalsaydınız, orda toplanan herkese anlatırdınız. ama biz şimdi sizin arkanızdan herkese anlatacağız, herkese selamınızı ileteceğiz"
biz de onların selamını alıp, ordan amasra'ya uzanan yolculuğumuza devam ediyoruz..











*malum; teknoloji ve elektrik yoksunluğu şarj sorununa da yol açtığından pek fotoğraf çekemedim. fotoğrafların çoğu yaşam yolculuğu yoldaşlarımızdan okşan dede'ye ait. 

10 Ağustos 2014 Pazar

mutlu musunuz?

kabul edeyim, ben olmasam da çoğumuz sıkıcı, bunaltıcı beton hapishanelerde çalışıyoruz. benimki bilgisayar nerede iş orada bir çalışma tarzı olsa da her işin bunu kaldırmayacağının farkındayım. ama neden iş yerlerinin bu kadar sıkıcı olması gerektiğini kafam almıyor uzunca zamandır. hele o devlet daireleri! girince bile bir 10 yıl yaşlanmış hissetmiyor musunuz siz de? ya her gün orada olanlarımız? gülümsemeyi unutmak işten değil.. hundertwasser, "ölümcül monotonlukta steril yapılara hapsedilmiş insanların hastalıkları çoğalıyor. deri döküntüleri, ülser, kanser, her türden ölüme götüren hastalık. böyle binalarda iyileşmek imkansız. sigortalara, psikiyatristlere rağmen. kentlerde intiharla ölüm oranları hızla yükseliyor ve sayısız intihar girişimi var." der ve düz çizginin şeytan icadı olduğunu, böyle binalardan dolayı yaşadığımız ruhsal ya da fiziksel sıkıntıları kliniklerde tedavi edemeyeceğimizi, çünkü onların da bu stilde inşa edildiğini söyleyerek devam eder. hak vermemek elde değil.
haydi düş kuralım. diyelim ki şöyle bir binada çalışıyor ya da yaşıyorsunuz: (lütfen önce resme bakıp sonra gözlerinizi kapayın ve o hayatı düşleyin)


yaptınız mı? o halde gülümseyerek devam edelim :) burası the happy rizzi house: "dünyanın en mutlu evi" 
ev dendiğine bakmayın; aslında bir ofis binası olarak kullanılıyor şu anda. Almanya'daki bu şahane yapı, 2001'de alman mimar konrad kloster tarafından inşa edilmiş ve tasarımcı james rizzi'nin pop art çalışmasıyla şenlenmiş. hem de ne şenlik! Brunswick'te tarihi bir bölgede adeta aniden patlamış da karnınıza ağrılar sokmuş bir şaka gibi kahkahalar içinde duruyor. çok güzel bir sürpriz gibi! bu yüzden "happy house" denmesi hiç boşa değil. 2011'de hayatını kaybeden pop art sanatçısı james rizzi'nin yattığı yerden oradan geçen herkesi hala gülümsetmeyi başarması sizce de şahane değil mi? işleri bana hundertwasser'i hatırlatıyor, farklı bir tarz ama temelde aynı felsefe.
james rizzi

james rizzi

james rizzi arabasıyla
rizzi'nin şenlikli arabası
her ayrıntı ayrı bir gülümseme sebebi, renkler insana yaşam enerjisi veriyor. düşünün ki orada çalışıyorsunuz, üretken olmamanız mümkün olur muydu? bence kesinlikle insanlık olarak hak ettiğimiz şeyler bunlar. o kadar bunaldık ki beton bloklardan! o güzel olsun diye tekdüze dış cephe kaplamalarıyla giydirilmiş tek tip yarı açık hapishaneler.. sürekli ne kadar kullanışlı oldukları, ne kadar modern oldukları vurgulanıyor. ama ihtiyacımızın ne olduğunu unutuyoruz, renge ihtiyacımız var, hayata gülümsemeye ihtiyacımız var artık. kim iddia edebilir ki o yapıların insani olduğunu? kim iddia edebilir ki böyle bir binanın vereceği enerjinin diğerleriyle kıyaslanabileceğini? hundertwasser'in de dediği gibi monotonluktan ölüyoruz ama farkında değiliz. ne güzel ki bunları bize hatırlatacak insanlar var aramızda.. burdan sonrasına teknik detay, ekstra bilgi eklemek gelmiyor içimden. biraz tadını çıkaralım istiyorum, işte fotoğraflar..

















ve bonus olarak iki de video: